Bugün hatırlama günü, unutmadığımızı hatırlama, birbirimize hatırlatma günü...

Holokost’ta soykırıma uğrayan Yahudileri, Romanları, LGBT’yi, engellileri, inananını, inanmayanını tekrar anma günü...



Hatta yalnızca onları değil Bosna’da, Kamboçya’da, Darfur’da, Ruanda’da ve Holokost’u yaşamış bir dünyaya rağmen soykırıma uğrayanları da hatırlama ve anma günü...

Bizler Holokost’u uzun yıllardır Varşova gettosu ayaklanması gününde anmaktayız. Bugün burada bir Yahudi olarak konuşuyor olsam da, konuşmamı tüm bu soykırımlara uğrayanların acılarını ve anılarını temsil ederek yapmak istiyorum.

Auschwitz’in kurtuluşunun 75. yılı dolayısıyla Birleşmiş Milletlerin 2005 yılında almış olduğu kararla, hafta boyu düzenlenen “unutmama” törenlerinin kimini bizzat yerinde, kimini de kayıtlarını takip etmek suretiyle dinledim.

Hepsi de, etkilenmemenin mümkün olmadığı, birbirinden anlamlı, gerçekçi ve duygu yüklü konuşmalardı.

En son dün, Bundestag’da Alman Cumhurbaşkanı Steinmayer’i dinledim...

Holokost’u gerçekleştirmiş olduklarını, hiçbir soruya ve sebebe yol açmayacak şekilde, hissettiği acı ve sorumlulukla tekrar ifade etti...

Steinmayer konuşurken, ‘Suçu işleyenlerin suçlarını mutlak ve tartışmasız bir şekilde kabul ederken, bunların hiçbirini olmamış addederek beyinlere sokan zihniyetin yani Holokost inkârcılarının Nazilerden bir farklı olabilir mi?’ diye düşündüm...

Sormak isterim: Kim ya da hangimiz, hangi millet bu emsali görülmemiş soykırımı sahiplenir? Bunu inkâr edilemeyecek bir kararlılıkla sahiplenmek ister ve unutulmaması için mücadele eder?
Steinmayer’in konuşmasındaki bir başka itiraf da, maalesef Almanya’da dahi bu acının canlı izleri dururken, Antisemitizmin farklı türevlerinin, yabancı düşmanlığının, İslamofobi’nin vb. nefretin canlanmaya, güçlenmeye ve can almaya devam ettiği gerçeğinin utancıydı.

Zaten dinlediğim bütün konuşmalardaki ortak noktalardan biri, dünyamızda hızla ve çeşitlenerek artan “öteki” düşmanlığıydı.

Ancak Holokost kurtulanlarını dinleyince insan başını öne eğme, yapmış olduğu, burada olduğu gibi yapmakta olduğum konuşmalarla yüzleşme ihtiyacını hissediyor....

Onlar, Yahudi’si, Roman’ı, hepsi birbirinden farklı bu mukaddes insanlar konuşmalarında, hafta boyu bu konuda yapılan konuşmaları, bu gerçekçi tespitleri, samimi yaklaşımları, en anlamlı, en nazik şekilde eleştiriyor ve yükselen nefretin sorumluları olarak da toplumların her kesiminde sorumluluk alanları, yani bizleri gösteriyorlardı...

... Törenlerdeki kararlılığın sokaklara yansımadığını, halkların sevgi temelinde hoşgörüye ulaşamadığını ve bu durumdan da nefret ve kaos üreten kesimin sinsice mutlu olduğunu bizlere kibarca aktarmak ister gibiydiler…

Hepsinin bir diğer ortak yanı da “içlerinde nefret” olmamasıydı... Tüm bu yaşadıklarının,

gördüklerimizin ve duyduklarımızın ötesinde olmasına rağmen içlerinde “nefret” yoktu…

Hepsi de konuşurken yalnızca iki şeye dikkati çekiyorlardı: Her şeyin nefretle başlaması ve nefretin en büyük ortağının “ilgisizlik, umursamazlık” olması...

... Bununla mücadelede ise tek yol, nefretin, aynı karşı güçle, kökünden yok edilmesiydi...

Nefretin gücünü neye benzetebilirim, diye düşündüm...

Cevabını, her hafta bir bölümünü okuduğumuz Tevrat’ımızın bu haftalara denk gelen kısmında buldum. 3300 sene önce kayda geçen olaylarda...

Bu haftalarda, Moşe Rabenu – Musa peygamber ve İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışını okuyoruz.

Farklı şekilde yaşayan İbranilerin Mısırlıların arasına karışmalarını ve yaşam şekillerini korumaya çalışmalarını bir tehdit olarak algılayan ve kendini Tanrı olarak gören Firavun, başına 10 bela gelmesine rağmen kararlılığından, azminden, inancından vazgeçmemiş, Mısır’ı mahvetme pahasına kendisi de yok olana dek nefret ve yok etme savaşını sürdürmüş...

İşte karşımızdaki tehdit bu derece kuvvetli, azimli ve inançlıdır...

Nefretin varlığını en basit şekilde nasıl anlayabiliriz?

Nefret bize farkındalığımızı kaybettirmek için tatlı dilini, en insancıl zannettiğimiz yöntemi kullanır...

Sorunlarımızda, başarısızlıklarımızda, mutsuzluklarımızda, korkularımızda “ötekini” kullanmak...

... Aynaya baktığımızda başkasını, ötekini görmemizi sağlamak...
... Ama Yahudiler, ama Müslümanlar, ama Hristiyanlar, ama farklı tercihleri olanlar ve hatta adını dahi koyamadıkları sanal düşmanlar...

Karşımızdakine kim bilir kaç kez, kendimizi anlatmak istediğimizde, “ne dediğimi anlamıyorsun,” demişizdir...

Hâlbuki olayları en basit şekliyle anlatma ihtiyacı olan bizleriz...

Bunlarla başa çıkabilmemizin, anlaşabilme yollarını içselleştirmemizin tek yolu eğitimdir.

Bıkmadan usanmadan, en donanımlı şekilde bu yolu zorlamak, geliştirmek ve gelişebilmektir.

Ve bu eğitime, daha birey doğmadan başlayabilmektir.


Ancak eğitimin ve bu sürecin de bir koruyucusu olabilmeli.

Her ne kadar eğitim sürecinde kararlı olsak da, her şeye rağmen eksiklikler olabilir ve olmaktadır.

İşte nefret, tam da bu boşlukta yeşermeye ve zarar vermeye başlar, bizleri umutsuzluğa sürükleyerek bize hâkim olmaya çalışır...

Bundan da korunmanın yolu “hukuktur”, hukuğu da toplum adına,

toplumun özgürlüğünü korumak uğruna en kuvvetli yasalar ve kurumlarla güçlendirmektir...

... Yoksa bireylerin istedikleri gibi, her şeyi yapmakta mutlak özgür olma inancına,    özgürlük bahanesi ile sahip olmaları yıkımın başlangıcıdır...

Sağlam temellere dayanan eğitim ve hukuk birbirlerini geliştiren en önemli iki paydaştır ve nefretin en büyük korkusudur.

Nefretin egemen olduğu, kalpleri taşlaştırdığı toplumlarda ne olduğunu, kurbanların yardım için haykırdığı, ancak “haklı” zannettiğimiz sebeplerden dolayı duyanlarının olmadığı zamanları,

hepimizin, Yaradanımızca, özellikle bilerek ve isteyerek sevgi ile farklı olarak yaratıldığımız bilincini kaybettiğimiz anlarda neler olabildiğini hiç unutmayalım.

Biliyoruz ki, geçmişi değiştiremeyiz ama geçmişin acılarında kaybolmadan ve ancak bu acıları yanımızda taşıyarak, katledilen insanların anılarının anlamsız olmadığı gerçeğiyle bütünleşerek ve onları bu şekilde canlı tutarak geleceği değiştirebiliriz.

Onun için hep beraber, etkin adımlarımızı cesurca, birbirimizden güç alarak atalım...

Yeri gelmişken, her şeye rağmen bu adımları en zor zamanlarda ve hiçbir mecburiyetleri yokken ve hatta bazen devletlerinin günlük icraatlarına ve kendilerinin gelecek hayallerine rağmen, canları pahasına atan, saygı ve minnetle andığım, başta Rodos Konsolosumuz Selahattin Ülkümen’i ve büyük teyzem ile kızlarını Paris’te kurtaran dışişleri mensuplarımız ve

tüm adları tespit edilen veya edilemeyen Uluslararası Dürüstleri sevgi ve minnetle hatırlıyor, anıyorum...

Bu bağlamda, belirtmem gerekir ki, bizler Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nda 10 senedir gözlemciyiz, ancak artık tam anlamda üye olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye’mizin bu topluluğa büyük katkısı olacaktır.

Özellikle ittifakın İslam dünyası ile arasında bir köprüye ihtiyacı vardır ve bunu da ancak Türkiye’miz gerçekleştirebilir.

Böylece Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın vizyonunu geliştirilebilir.

Burada, Dışişleri Bakanlığımıza ve konuya en hassas şekilde yaklaşan mensuplarına çok teşekkür ederim.

Antisemitizme paralel olarak gelişen ve son yıllarda can almaya başlayan yabancı düşmanlığı ve özellikle İslamofobi ve diğer nefret kaynaklı farklılıkların da, Holokost’tan alınan derslerle anlaşılıp bilinçlendirilmesine katkımız olabilmelidir, olmalıdır…

Bazen bu eğitimin, başta okullarımızda olmak üzere tabana yayılması ve Holokost’un unutturulmaması gerektiği konusunda konuşurken, Bir Yahudi olarak Holokost’tan mağduriyet ve menfaat yarattığımızı ima ve ifade eden mihraklar oluyor...

Tekrar herkese sormak isterim, mağduriyetten dolayı sempati ve varoluş hakkı aramayı hangimiz isteriz? Bu çarpık düşünce temelinde hangimiz çocuk büyütmek isteriz? Ancak bu acıların yaşanmaması adına, bu nevi çarpık söylemlere rağmen yolumuza devam ediyoruz ve hep birlikte devam edeceğiz.

Sözlerime son verirken, toplumların farklılıklara yer açabildikleri ölçüde büyüyebildikleri bilinciyle,

Bir olan Yaradan’ımızın biz insanları tüm farklılıklarımızla,

O’nunla, O’nun bizlerle birlikte yaşamak için yarattığı dünyasında,

nefreti hâkim kılmaya çalışarak, tıpkı Naziler gibi O’nun gaz odalarında yok edilmesini isteyenlerle,

bu mutluluğu bizlerden esirgemeye çalışanlara,  hep beraber,

“Bir Daha Asla” diyelim ve bu sözümüzü bir slogan olmanın ötesine taşıyalım.

Çocuklarımıza karşı sorumlu olduğumuz, hak ettikleri daha iyi bir dünyayı miras bırakmak için çalışalım...

Bu yolda hayatını kaybeden tüm insanların, yaşamlarının, anılarının ve acılarının önünde saygı ile eğiliyorum.

Yehi Zihram Baruh