1934 Trakya olayları: Bir aile dramı!1930'lu yıllar Almanya'da Nasyonal Sosyalist Parti'nin iktidara geldiği, İtalya'da faşist Musolini' nin tekrar seçimi kazandığı, dünyanın yeni bir savaşa adım adım yaklaştığı, zaten hiçbir yerde sevilmeyen Yahudilere olan nefretin arttığı bir karanlık çağdı.

Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkmış Türkiye, milli birliğini kültürel bütünlükte bulma amacındaydı. Bu nedenle azınlıkları ve farklı etnik grupları Türklük potasında eritme çabasına bir yöntem aranıyordu. Yeni kurulan devlet, aslında Osmanlı'nın çeşitli yerlerinden Anadolu'ya akmış veya gelmek zorunda kalmış, tam bir bütünlük arz etmeyen, ortak paydası Müslümanlık olan karışık bir topluluktu. Kurucu büyüklerin ideolojisi, doğuştan Türklük gibi bulanık bir kavram yerine, ülkeye anayasal vatandaşlık bağı ile bağlananın Türk kabul edileceği, esasen kucaklayıcı ve eşitlikçi bir çözümdü.

Trakya, Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında işgale uğramış halen hassas bir durumdaydı. Mussolini'nin İtalya'nın işgal etmek istediği yerler arasında Türkiye'nin de olacağını ima etmesi Türkiye'yi telaşlandırmış ve özellikle de Trakya'yı önemli bir konuma getirmişti. 2510 sayılı İskân Kanunuyla gerektiğinde Türkçe konuşmayan Türklere karşı tedbirlerin alınabileceği kabul edilmişti. Türkiye'nin, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını askeri bölge haline getirerek silahlandırılması Sovyetler Birliği ve Balkan Devletleri tarafından kabul edilmişti.

Ermeni tehcirine maruz kalan Ermeniler ile 1923 Lozan Anlaşması uyarınca mübadele edilen Rumların bıraktığı ticari boşluk umulduğu gibi yerli Türkler yerine Trakya'daki Yahudiler tarafından doldurulmuştu.

1934 yılında Nihal Atsız'ın Edirne'de olması ve Orhun Dergisi'ni çıkarması, Cevat Rıfat Atilhan'ın Yahudi nefretini körükleyen yazıları da tansiyonu epeyce artırmıştı. "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyaları kısa sürede Yahudi dükkânlarını boykota dönüştü.

1934 yılının 3-4-5 Temmuz günleri, 25 günden beri yerel esnaf ve halk tarafından beklenen ve konuşulan; evlerini, iş yerlerini terk etmeleri şeklindeki uyarılan Yahudilere, tehditlerle dehşet salınan günler sonunda gelmişti. Önceden planlandığı, 20 gün öncesinden konuşulmasından belliydi. Evlere ve mağazaları sistemli bir şekilde yağmalama yapıldığı, dayak ve tacizlere rağmen iki gün boyunca hiçbir şekilde güvenlik güçlerinin karakollardan ve garnizonlardan çıkmamaları "emri aldıkları" düşüncesini akla getirmişti. Bu durum parmakların zamanın hükümeti CHP'ye uzanmasına yol açmıştı. Bütün bu olaylar Edirne, Çorlu, Lüleburgaz, Babaeski, Uzunköprü, Çanakkale gibi yerlerde gerçekleşmiş, sonuçları itibariyle Yahudi nüfusunun önce İstanbul'a daha sonra da Filistin'e göç etmesine yol açmıştı. İstenildiği gibi Yahudi azınlığın gerçekten "azınlık'' olması sonucunu doğurmuştu.

1934 yılında babam Albert Aviyente henüz bir yaşında bile değildi. Kendisinden büyük üç kardeşi, annesi Doreta Aviyente (32) ve babası Simanto Aviyente (38) ile Kırklareli' de yaşıyorlardı. Büyükbabam Simanto Aviyente, başta Almanya'ya olmak üzere yumurta ve meyve ihraç ederdi. Yahudi cemaatinin hali vakti yerinde üyelerindendi. Oldukça zayıf yapılı Simanto'nun aksine eşi Doreta enerjik, iri yarı ve güçlü bir kadındı. Yahudi cemaatinde kimse, önemli önemsiz herhangi bir konuda onunla tartışmak veya damarına basmaktan çekinirdi.

3 Temmuz günü Simanto Aviyente' nin elinde, genelde yazıhanesinde bir çekmecede kilitli bulunan çok miktarda nakit para vardı. O günkü gergin ortamda Simanto bir yere zorla girilecekse bunun ev değil dükkân ve yazıhaneler olacağı gibi iyimser bir tahminde bulunmuş ve tüm nakit parayı eve almanın akıllıca olacağını düşünmüştü.

O akşam dışarıdaki kargaşa onu paniğe sürükledi. Oturma odasında volta atmaya, ellerini ovuşturmaya ve kendi kendine umutsuzca konuşmaya başladı. O andan sonra Doreta durumu ele aldı ve kocasının cebine tüm parasını doldurup elinden tutarak penceresiz depoya indirdi. O' nu kapının en uzak noktasına götürdü ve çevresinde kütüklerle barikat kurdu. Çıkarken deponun kapısına birkaç tahta çiviledi. Sonra yukarıya çıktı ve en kötü olasılığa hazırlandı.

Elbette olaylar bir süre sonra evlerine sıçradı. Kapı kırıldı ve bir grup yağmacı içeri daldı. Ancak davranışları oldukça tuhaftı. Talana başlamak yerine Simanto'nun nerede olduğunu sordular. Doreta kocasının yakınlardaki Babaeski'de iş seyahatinde olduğunu söyledi. Yağmacılar Doreta' yı konuşturamayacaklarını anlayınca kocasının yerini söylemezse onu öldürmekle tehdit ettiler. Doreta "İsterseniz beni öldürebilirsiniz ama bu sizi Simanto'ya ulaştırmaz " diye karşılık verdi.

Doreta sonra onlara "Lütfen bekleyin" dedi, arkasını dönüp mutfağa gitti ve uzun saplı bir süpürgeyle yağmacıların beklediği oturma odasına geri döndü. Bu arada büyük bir korku içinde birbirlerine sokulmuş dört kardeşi çimdikleyerek bağırmaya başlamalarını söyledi. Çocuklar da çığlığı bastı.

Doreta oturma odasına döndüğünde süpürgeyle yağmacıların üzerine yürüdü. Adamlar önce şaşkınlıktan bir şey yapamadılar. Onları gafil yakalayan Doreta süpürgeyi birinin başında kırmayı başardı. Sonra hiç duraksamadan oradan bir iskemle kaptı ve tekrar saldırıya geçti. Bu kez yağmacılar karşılık verdiler, ona her yandan saldırdılar, şiddetle vurdular ve baskın çıkınca Doreta' yı boğmaya çalıştılar. Doreta, şansına, çatışmada bilincini kaybetti.

Saldırganlar ya mücadelesiyle kerhen saygılarını kazandığından ya da sonuçta kadını öldürüp başlarını belaya sokmak istemediklerinden başka bir tecavüze yeltenmediler. Birkaç giysi dışında her şeyi aldılar ve ortadan kayboldular. Bir süre sonra Doreta'nın bilinci açıldı. Her yanı yara bere içinde olmakla birlikte ayağa kalktı, tam bir şok geçiren babam, amcam ve halalarıma baktı, bodruma indi ve tir tir titreyen kocasını serbest bıraktı.

Ertesi sabah Doreta çoğunlukla giysilerden oluşan geri kalan eşyayı iki valize doldurdu. Kocasına, çocukları alıp İstanbul trenine binmek için istasyona gideceğini söyledi. Olayın şokunu henüz atlatamayan kocası yanıt vermedi. Karısına birlikte gitmeyi teklif etmedi, çocuklarla gitmesini engellemeye çalışmadı ve tren istasyonuna kadar ona refakat edeceğini dahi söylemedi.

Doreta tam çıkmak üzereyken yeniden kapıya vuruldu. Kapıdaki kocasının ihraç ettiği tarım ürünlerinin nakliyesini yapan arabacısı Murat'tı. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Çok üzgündü. Olayları ancak duymuş ve hemen gelmişti. Yapabileceği bir şey var mıydı? Doreta "Evet" dedi, "beni ve çocukları tren istasyonuna götür. İstanbul'a gidiyoruz." Murat seve seve kabul etti.

Seyahat tren istasyonuna epey yakın bir noktaya kadar olaysız geçti. Orada iki silahlı asker arabayı durdurarak Murat'tan Doreta' nın valizlerini istediler. Murat kendisinin olmayan bir şeyi veremeyeceğini söyledi. Bunun üzerine askerler dipçik ve yumruklarıyla Murat' a vurmaya başladılar. Babaannem çocukları ve elindeki her şeyi bıraktı ve yardım istemek için istasyona koştu. Yardım yakınlardaki polis karakolundaki emniyet amirinden geldi. Doreta ve Emniyet Amiri geri döndüler. İki asker yüksek rütbeli polisi görünce dayağı bıraktı. Emniyet amiri, aslında Doreta'ya yönelik uzun bir söylev vererek, Türkiye Yahudileri'nin Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit haklara sahip vatandaşları olduklarını, onları kimsenin hiç bir şekilde rahatsız edemeyeceğini ve bunu yapanların yasaya göre sert bir şekilde cezalandırılacağını söyledi.

Polisin önceki gece yağmayı ve şiddet hareketlerini önlemek için parmağını bile oynatmadığını tekrarlamaya gerek yok. Bu olay Ankara'dan Kırklareli Emniyet Amirliği'ne olaylara hemen son verilmesi için kesin bir talimat geldiğini doğruluyordu. Emniyet Amiri'nin askerleri tutuklama yetkisi yoktu ve sadece onlara gitmelerini söyledi.

At arabasında polis amirine yer açıldı, böylece tren istasyonuna kadar birkaç yüz metreyi birlikte gittiler. Yolda ve istasyonda Emniyet Amiri, bundan sonra her şeyin yolunda gideceğini söyleyerek Doreta' ya Kırklareli'ni terk etmemesini söyledi. Doreta aldırmadı, kendisinin ve çocuklarının biletlerini aldı ve İstanbul trenine bindi.

Ailece İstanbul'a gelişlerinden beş sene sonra kopan II. Dünya Savaşı memleketimize ve aileye pek hayırlı gelmemişti. 1941 yılında Simanto, 60 yaşındaki ihtiyarlar da dahil askerliğini yapmış gayrimüslim erkeklerin ikinci kez silah altına alınıp (gerçekte silah verilmemiştir) ağır işlerde çalıştırıldığı "20 Kura İhtiyatlar''a da gitmiş, ardından ekonomik hayatın Türkleştirilmesini amaçlayan "1942 Varlık Vergisi''ni de görmüştü...

Bu da başka bir yazının konusu olsun...

Kaynakça:

1- Rıfat N. Bali, "1934 Trakya Olayları", Kitabevi 2008, s: 232-235

2- Erol Haker, "Bir Zamanlar Kırklareli'nde Yahudiler Yaşardı", İletişim Yayınları, 2002, s: 249-268

3- En büyük çocuk, halam Raşel Aviyente (Giyindiren)'nin tanıklığı